Diğer günlerden hiçbir farkı olmayan soğuk bir Abhazya sabahına uyandı Irvid. Gün ışığı, giyilmekten aşınmış, lastikleri başka bir ip tarafından hayatına devam ettirilen, beyaz, üzerinde silik sofra bezi desenleri olan pijamasının apış arasındaki deliğinden günaydın diyordu. Açlıktan birbirine yapışmış, zar kadar incelmiş midesinin gurultusu ufak çaplı bir seramoniye dönüşmüştü. Kafasını, paslanmış bir gidonu döndürmeye çalışırmışcasına ağır ağır yanıbaşındaki komodine çevirdi. Komodinin üzerinde bir lokma abısta ve yarım bardak su vardı. Çoğu kişi bilmez yalnızca Rusya ve Nikaragua tarafından tanınan bir ülkenin ayazına uyanıp, mısır unundan yapılma üç günlük abısta ekmeğiyle göz göze gelmenin acısını.
Dışarı çıkıp yiyecek bir şeyler alması gerekiyordu. Pijamasının üzerine zorla giyinmeye çalıştı dizleri çıkmış, yamalı, kahverengi pantolonunu. Pijamasını çoraplarının içine sokmadığından pantolonu giymesiyle birlikte tüm pijama dizlerine kadar toplandı. Yıllardır kullanılmayan asma bir köprü gibi gıcırdayan yatağının üzerine oturdu. Zayıf, donuk bakışlı, güçsüz başını ellerinin arasına aldı. Yukarı baktı ve “tanrım neden ben, neden bu acıları bana yaşatıyorsun” dedi. Pile bölümünde toplaşsa da pijaması sonunda giyebilmişti pantolonunu. Filmi çekilse hiç izlenecek hayatının kısa metrajlı adımlarında hep yanında olan siyahlıktan artık griliğe tayin etmiş, topuğu aşınmaktan Abhazya karayolları genel müdürlüğü tarafından hemzemin olması kararlaştırılmış, kenarları bayatlamış ahaluj böreği gibi olmuş ayakkabısını da giyindikten sonra merdivenlere doğru yola koyuldu.
Ağır adımlar atarak ilerliyordu yolda. Kadınların halı çırpma yankıları, çocukların sanki bağırma üzerine kurulu oyunları, seyyar satıcının anlamsız gür sesi… Hepsinden, hepsinden ayrı ayrı tiksiniyordu. Suratlarına tükürse, lanetlese, kor ateşlerde çığlıklar içinde yanmalarını izlese yüreğindeki nefret dinmezdi. Acısını ve ağrılarını daha da artırıyordu bu sokak. Köhne, küf kokan, bayat ürünlerle dolu bakkala girdi. Etrafına hiç bakınmadan konservelerin bulunduğu rafa doğru yönelirken bakkalın “ne oldu la dün akşam civ civ bağırıyodun allahın hassası” sorusunu tüm asaletiyle duymayarak aldığı barbunya konservesinin parasını, sanki bir selden yağmalanmış gibi duran masanın üzerine attı ve yalnızlığıyla birlikte yaşadığı metruk evine doğru yol aldı.
Işıkla daha önce tanışmamış tek göz odasındaki ufak sehpanın üzerine bıraktı barbunyayı. Bir lokma abısta aldıktan sonra barbunyasına çatalını daldırdı ve duraksadı. Dirseğini masaya koydu, gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Şiddetli migren ağrıları başlamıştı. Bu ağrıların haftalarca sürdüğü ve Irvid’i yatağa bağımlı hale getirdiği anlar bir anda aklına geldi. Tek ayağı diğer üç ayağa uyumsuzluklar içinde yaşayan aksak iskemlesinden yavaşça kalkıp yatağına doğru yöneldi. Yatağına uzanırkenki çıkan ses onu iyice delirtiyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra gözünü loş odasının tavanına dikti. Sağ elini yanıbaşındaki zeytuni renkteki duvara atıp küften kalkmış yerleri soyarken ızdıraplar içindeki zihnini uykuya teslim etti.
Cama atılan bir taş sesiyle irkildi ve her ansızın uyanan insan gibi çevresine antilop bakışları fırlattı. Korkmuştu. Yıllarca saklandığı mafya üyeleri onu bulmuş ve bir taşa sarılan tehdit notunu camına atmış olabilecekleri geldi aklına. Çekingen adımlarla cama doğru yaklaştı, camda kırık yoktu. Pencereyi yavaşça açtı ve kafasını aşağıya doğru 30° eğimle sarkıttı. Yüzüne zayıf bir çakıl taşı geldi. Bu fırsatı değerlendirip ufak çaplı bir acı çekti Irvid. Gelen, arkadaşı Miryalov’dan başkası değildi. “Napıyon lan, kaç gündür gözükmüyon sikik. Hadi in aşşaa da kahveye gidip bi batak çevirelim” dedi Miryalov. Irvid derin bir nefes alıp, sakinliğini muhafaza ettikten sonra “dayanılmaz migren ağrıları çekiyorum, gelemem” dedi. Miryalov’un “gel lan, giderken bakkaldan bi aspirin alırız hiç bi şeyciğin kalmaz” cümlesinin ardından kendini nedensizce sokakta buldu.
Kahvehaneye doğru yürüyorlardı. Yolculuk boyunca Irvid ne kadar konuşmadıysa Miryalov da o kadar konuşmuştu. Bu dayanılmaz yolculuk boyunca Irvid, onu öldürmenin ne kadar huzur verici bir şey olacağını düşündü durdu. Kahvehaneye varmışlardı. İçeri girdi. Adeta bir bataklığın beton haliydi burası. Çevresine küçümser bir iki bakış attıktan sonra, sigara dumanı altında toplaşmış gürültülü bir şekilde iskambil oynayan insanları görüp, “ne pespaye, ne avam, ne müstekreh canlılar bunlar” diye düşündü. Üzerinde sigara yanıkları olan, kenarları dökük, mevta yeşili bir masaya oturdu. Ardından hiç ama hiç sevmediği, isimlerini bile aklının en ücra köşesine attığı iki arkadaşı daha geldi.
“Sonradan çamura yatmak yok, Marlboro’suna, mecburcu yedi der, 65’de biter” dedi Miryalov elindeki iskambil destesini karıştırırken. Kağıtlar dağıtıldı. Gelebilecek en kötü olasılıklı el gelmişti. Elini dizdi. Hiç renklisi yoktu. Kafasını önüne eğdi. Derin bir nefes aldı ve; “Renkli olmayınca katılıyor mu” diye sordu Irvid. “Olduuu annem başka bir arzun var mı ahoheao” gibi sığ bir cevap aldı. Oyunun esnasında, mahallenin en güzel kızı Larislana hakkında konuştular. Bursa Nilüferspor ile Çerkezköy Belediyespor arasında oynanacak 320 kodlu maç hakkında alt mı üst mü olur tartışmasına girdiler. Bütün bu konuşmalar arasında Irvid tek bir kelime bile etmedi. Masada birdenbire derin bir sessizlik oldu. Miryalov ağzına attığı beyaz leblebiyle bu sessizliğe bozdu ve Irvid’e dönüp; “kaç gündür napıyorsun olm. Kendini eve kapamışsın, bi acı çekmeler, iç dünyaya yolculuğa çıkmalar, kendini sorgulamalar… Neyin peşindesin. 31 çekmekten vücudunda demir kalmadı lan. Sonra yığılıp kalırsın tabi yatağa. Bana kolpaj yapma artiz” dedi. Bu galiz laflar Irvid’in sabrını artık taşmıştı. Ayağa kalktı. Sandalyesini arkaya doğru itti. Yutkundu. “İzninizle” diyip aniden kahveden ayrıldı. Çıkarken duyduğu son cümle; “sigigit lan kunek”di. Bu, onu derinden yaralamıştı.
Evine gider gitmez acılar içinde kıvranan güçsüz bedeni, yolculuğu sabaha değin sürecek uyku trenindeki koltuğunda yerini aldı. Daha gün ağarmadan bir gürültüyle uyandı. Kafasını dışarı uzattı. Düğün hazırlıkları vardı. İnsanların telmaşa hareketlerini, basit heyecanlarını görüp bir kez daha iğrendi zerresine kadar. İkinci bir uyku için başını tekrardan yastığa koydu. Uzaklardan ince bir müzik sesi duyuluyordu… http://tinyurl.com/irvidmalov
Devamı için: tıklamak falan
Dışarı çıkıp yiyecek bir şeyler alması gerekiyordu. Pijamasının üzerine zorla giyinmeye çalıştı dizleri çıkmış, yamalı, kahverengi pantolonunu. Pijamasını çoraplarının içine sokmadığından pantolonu giymesiyle birlikte tüm pijama dizlerine kadar toplandı. Yıllardır kullanılmayan asma bir köprü gibi gıcırdayan yatağının üzerine oturdu. Zayıf, donuk bakışlı, güçsüz başını ellerinin arasına aldı. Yukarı baktı ve “tanrım neden ben, neden bu acıları bana yaşatıyorsun” dedi. Pile bölümünde toplaşsa da pijaması sonunda giyebilmişti pantolonunu. Filmi çekilse hiç izlenecek hayatının kısa metrajlı adımlarında hep yanında olan siyahlıktan artık griliğe tayin etmiş, topuğu aşınmaktan Abhazya karayolları genel müdürlüğü tarafından hemzemin olması kararlaştırılmış, kenarları bayatlamış ahaluj böreği gibi olmuş ayakkabısını da giyindikten sonra merdivenlere doğru yola koyuldu.
Ağır adımlar atarak ilerliyordu yolda. Kadınların halı çırpma yankıları, çocukların sanki bağırma üzerine kurulu oyunları, seyyar satıcının anlamsız gür sesi… Hepsinden, hepsinden ayrı ayrı tiksiniyordu. Suratlarına tükürse, lanetlese, kor ateşlerde çığlıklar içinde yanmalarını izlese yüreğindeki nefret dinmezdi. Acısını ve ağrılarını daha da artırıyordu bu sokak. Köhne, küf kokan, bayat ürünlerle dolu bakkala girdi. Etrafına hiç bakınmadan konservelerin bulunduğu rafa doğru yönelirken bakkalın “ne oldu la dün akşam civ civ bağırıyodun allahın hassası” sorusunu tüm asaletiyle duymayarak aldığı barbunya konservesinin parasını, sanki bir selden yağmalanmış gibi duran masanın üzerine attı ve yalnızlığıyla birlikte yaşadığı metruk evine doğru yol aldı.
Işıkla daha önce tanışmamış tek göz odasındaki ufak sehpanın üzerine bıraktı barbunyayı. Bir lokma abısta aldıktan sonra barbunyasına çatalını daldırdı ve duraksadı. Dirseğini masaya koydu, gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Şiddetli migren ağrıları başlamıştı. Bu ağrıların haftalarca sürdüğü ve Irvid’i yatağa bağımlı hale getirdiği anlar bir anda aklına geldi. Tek ayağı diğer üç ayağa uyumsuzluklar içinde yaşayan aksak iskemlesinden yavaşça kalkıp yatağına doğru yöneldi. Yatağına uzanırkenki çıkan ses onu iyice delirtiyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra gözünü loş odasının tavanına dikti. Sağ elini yanıbaşındaki zeytuni renkteki duvara atıp küften kalkmış yerleri soyarken ızdıraplar içindeki zihnini uykuya teslim etti.
Cama atılan bir taş sesiyle irkildi ve her ansızın uyanan insan gibi çevresine antilop bakışları fırlattı. Korkmuştu. Yıllarca saklandığı mafya üyeleri onu bulmuş ve bir taşa sarılan tehdit notunu camına atmış olabilecekleri geldi aklına. Çekingen adımlarla cama doğru yaklaştı, camda kırık yoktu. Pencereyi yavaşça açtı ve kafasını aşağıya doğru 30° eğimle sarkıttı. Yüzüne zayıf bir çakıl taşı geldi. Bu fırsatı değerlendirip ufak çaplı bir acı çekti Irvid. Gelen, arkadaşı Miryalov’dan başkası değildi. “Napıyon lan, kaç gündür gözükmüyon sikik. Hadi in aşşaa da kahveye gidip bi batak çevirelim” dedi Miryalov. Irvid derin bir nefes alıp, sakinliğini muhafaza ettikten sonra “dayanılmaz migren ağrıları çekiyorum, gelemem” dedi. Miryalov’un “gel lan, giderken bakkaldan bi aspirin alırız hiç bi şeyciğin kalmaz” cümlesinin ardından kendini nedensizce sokakta buldu.
Kahvehaneye doğru yürüyorlardı. Yolculuk boyunca Irvid ne kadar konuşmadıysa Miryalov da o kadar konuşmuştu. Bu dayanılmaz yolculuk boyunca Irvid, onu öldürmenin ne kadar huzur verici bir şey olacağını düşündü durdu. Kahvehaneye varmışlardı. İçeri girdi. Adeta bir bataklığın beton haliydi burası. Çevresine küçümser bir iki bakış attıktan sonra, sigara dumanı altında toplaşmış gürültülü bir şekilde iskambil oynayan insanları görüp, “ne pespaye, ne avam, ne müstekreh canlılar bunlar” diye düşündü. Üzerinde sigara yanıkları olan, kenarları dökük, mevta yeşili bir masaya oturdu. Ardından hiç ama hiç sevmediği, isimlerini bile aklının en ücra köşesine attığı iki arkadaşı daha geldi.
“Sonradan çamura yatmak yok, Marlboro’suna, mecburcu yedi der, 65’de biter” dedi Miryalov elindeki iskambil destesini karıştırırken. Kağıtlar dağıtıldı. Gelebilecek en kötü olasılıklı el gelmişti. Elini dizdi. Hiç renklisi yoktu. Kafasını önüne eğdi. Derin bir nefes aldı ve; “Renkli olmayınca katılıyor mu” diye sordu Irvid. “Olduuu annem başka bir arzun var mı ahoheao” gibi sığ bir cevap aldı. Oyunun esnasında, mahallenin en güzel kızı Larislana hakkında konuştular. Bursa Nilüferspor ile Çerkezköy Belediyespor arasında oynanacak 320 kodlu maç hakkında alt mı üst mü olur tartışmasına girdiler. Bütün bu konuşmalar arasında Irvid tek bir kelime bile etmedi. Masada birdenbire derin bir sessizlik oldu. Miryalov ağzına attığı beyaz leblebiyle bu sessizliğe bozdu ve Irvid’e dönüp; “kaç gündür napıyorsun olm. Kendini eve kapamışsın, bi acı çekmeler, iç dünyaya yolculuğa çıkmalar, kendini sorgulamalar… Neyin peşindesin. 31 çekmekten vücudunda demir kalmadı lan. Sonra yığılıp kalırsın tabi yatağa. Bana kolpaj yapma artiz” dedi. Bu galiz laflar Irvid’in sabrını artık taşmıştı. Ayağa kalktı. Sandalyesini arkaya doğru itti. Yutkundu. “İzninizle” diyip aniden kahveden ayrıldı. Çıkarken duyduğu son cümle; “sigigit lan kunek”di. Bu, onu derinden yaralamıştı.
Evine gider gitmez acılar içinde kıvranan güçsüz bedeni, yolculuğu sabaha değin sürecek uyku trenindeki koltuğunda yerini aldı. Daha gün ağarmadan bir gürültüyle uyandı. Kafasını dışarı uzattı. Düğün hazırlıkları vardı. İnsanların telmaşa hareketlerini, basit heyecanlarını görüp bir kez daha iğrendi zerresine kadar. İkinci bir uyku için başını tekrardan yastığa koydu. Uzaklardan ince bir müzik sesi duyuluyordu… http://tinyurl.com/irvidmalov
Devamı için: tıklamak falan
süüüüüüfffeeeer!
YanıtlaSilironilerle bezeli, çok hoş ya.
YanıtlaSilbu oblomov aşkı da ne ola?
YanıtlaSil